Son Reis
Üniversite birinci sınıf öğrencisiydim. Barındığım yurdun kantininde çok değer verdiğim ve ağabey diye hitap ettiğim bir büyüğüm – ki ömrü hayatımızda bu türden seslendiğimiz insan sayısı oldukça sınırlıdır – cevaplandırması zor bir soru sordu: “Dünyanın gelmiş geçmiş en etkili gençlik hareketi hangisidir?” O an aklıma ilk gelen seçenekleri birbiri ardına sıralamama rağmen soruyu soran ağabeyim her defasında “Hayır” diyordu. Sonunda dayanamadım ve “Benim cevaplarım bunlarla sınırlı, senin cevabın hangisi?” dedim. Ağabeyim çok net bir cevap verdi: “Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkanlığını yaptığı Ülkü Ocakları.”
Muhsin Yazıcıoğlu, bizim için tam anlamıyla bir efsaneydi. Ve bizler “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” vatansever serdengeçtiler yetiştirme iradesine sahip ocaklarda pişmeye eğilimliydik. Gözlerimizi tabiri caizse o ocaklarda açmış ve çok güzel hasletler kazanmıştık. Evet, ocakların nesillerin yetişmesinde inkârı mümkün olmayan büyük katkıları olmuştur. Fakat kabul edelim ki fetret dönemleri de yaşanmıştır.
1993 yılının ikinci yarısında ocaklar benim için eskisi gibi tütmemeye başlamıştı. Söylem ile eylem arasındaki makas her geçen gün açılıyordu. Veya ben öyle değerlendiriyordum. Hiçbir siyasi mülahaza gütmeden ifade edeyim ki o dönemki ocağa gitme noktasında ayaklarım ters gitmeye başlamıştı. Sonrasında ise hiç gitmedim. Bu böyle altı, yedi ay devam etti. Geçmişin muhasebesini yaptığımda ben bu günleri hayatımın en verimli dönemi kabul ederim. Okuma, araştırma, sorgulama ve kendi kendime yetme dönemidir bu zaman dilimi benim için. O günlerde arkadaşlarım, Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde yeni bir hareketin doğduğunun bilgisini paylaştılar benimle. İşin benim için ilginç olan yanı Muhsin Başkan’ın içinde bulunduğu harekete getirdiği eleştiriler noktasında harfi harfine bizimle aynı dili kullanıyor olmasıydı. Kısa bir süre sonra Muhsin Yazıcıoğlu’nun istişare için Afyonkarahisar’a geleceği bilgisini aldık. Bir avuç insan karşıladık Başkanı ve ben ilk kez onu o akşam gördüm.
İlk izlenimimi çok net tanımlayayım: Tevazu, güven, ihlas, samimiyet, cesaret ve ahlak…
O gün başlayan dava arkadaşlığımız hâlâ devam ediyor. Ve ben bundan dolayı bugün, dün olduğundan çok daha fazla onur duyuyorum. Neden mi?
Cuntacı alçaklar, aziz milletin bütün değerlerini ayaklar altına almak adına pervasızca siyasi iradeye hakaretler yağdırırken ve bu hayâsızlıklara birinci dereceden muhatap olanlar köşelerine çekilmiş, sinmiş ve boncuk boncuk terler dökerken bir yiğit ses, “Namlusunu milletine çeviren tanka selam durmam” diyebilme cesaretini gösteriyordu. O sesin sahibi Muhsin Yazıcıoğlu’ydu da onun için. Bu gerçeği kim inkâr edebilir?
“Allah’ın birliği ve Yüce Peygamber’imizin risaleti dışında hiçbir mutlak hakikat tanımıyoruz” diyecek kadar net, net olduğu kadar da tartışmaya açık birisiydi de onun için.
“Zulüm Azrail olsa da hep Hakk’ı tutacağım. Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir” diyecek kadar Hakkın ve hakikatin takipçisiydi de onun için.
“İki saniye sonrasına garantimiz olmayan bir hayat için fırıldak olmaya gerek yok” derken yaşadığı teslimiyet çok samimiydi ve milletin vicdanının sesi olabiliyordu da onun için.
“Türkiye İran olmaz. Ama biz de size Suriye yaptırmayız” sözü söylendiğinde bu gün yaşadığımız keşmekeş söz konusu değildi. Muhsin Yazıcıoğlu bu anlamda hasretini çektiğimiz devlet adamı ferasetinin önde gelen temsilcilerindendi de onun için.
Örnekler çoğaltılabilir. Verilebilecek örneklerin yoğunluğu bu yazının hacminin çok ötesindedir. Ama bence en önemlisi nedir biliyor musunuz?
O, bizi hiç aldatmadı…
O, hiçbir zaman ‘Beyaz Türkler’den olmadı. O, Sivas’ın Şarkışla ilçesi Elmalı Köyü’nden Halit ve Fidan Yazıcıoğlu çiftinin çocuğu olarak anıldı ve anılacak.
Muhsin Başkan, arkadaşlarına makam, mevki ve dünya nimetleri vaat etmedi. Ömrünün hiçbir döneminde talip olmadığı bu değerlerle arkadaşları da temas etmedi. Evet, Muhsin Başkan’ın arkadaşlarının gökdelenleri olmadı. Ama onlar gökdelenlerden de yüksek bir dik duruşun aktörü ve varisi oldular. Bizler bugün bile “Muhsin Başkan’ın arkadaşlarıyız” dediğimizde kendimizi birçok çağdaşımız faniden daha iyi hissediyoruz. Ve biz bu huzuru seviyoruz.
Muhsin Başkan’ın bizler için farklılığını ifade eden en güzel tahlil Mustafa Çalık büyüğümüzün ifadelerinde gizlidir: “Haline baktım, o samimiyete baktım, imana baktım, o ahlaka, dürüstlüğe. Dedim ki; sahtekârlarla kazanmaktansa bununla kaybedeyim.” Muhsin Yazıcıoğlu’nun arkadaşları, bu türden kaybedişleri cana minnet saydılar.
Muhsin Başkan’ın vefatının en üzücü yanı sessiz yığınların her daim çıkan inançlı sesinin kısılmış olmasında gizlidir. Bu millet onu bu yüzden çok sevdi. Ve “Bizim Muhsin” dedi.
Başında bulunduğu siyasi hareketin aldığı oy ile cenazesine katılan yüzbinlerce insanın arasında gözlemlenen fersah fersah farklılık “Bizim Muhsin” sözünün sahiciliğinde gizlidir.
Ben bunu II. Abdülhamid Han’ın 1918’de vefat ettikten sonra Divan Yolu’ndaki türbesine defnedilirken, arkasından seslenen “Bizi bırakıp nereye gidiyorsun ey Ulu Hakan?” diyerek seslenen milletin feryadına benzetirim.
Yazar Tarık Tufan bir televizyon programında “Ben, Endülüs’ten sonra bir daha İspanyolca konuşmadım” demişti. Biz de hasbihalimizi nihayetlendirirken bu sözden ilhamla, son sözümüzü şöyle söyleyelim:
“Biz, Muhsin Yazıcıoğlu’ndan sonra kimseye REİS demedik.”