Öldüm de Uyandım Gülüm!
Ölümün her fani için beklenen bir son olması, onu diğer canlıların gözünde sevimli kılmadığı gibi sıradanlaştırmaz da. İnsan aklının idrakten aciz olduğu bir sistematik içerisinde güncel olmasına rağmen pek de aldırış etmeyiz ölüme. Ölenle olan hısımlık (Sadece kan veya sıhrî hısımlık değildir kastedilen) derecesi irkilme katsayısında belirleyicidir. İşte böyle bir ölüm kompozisyonu 2009 senesinin hüsran senesi olarak nitelenmesine fazlasıyla yetecek durumdadır. Zira henüz baharın arifesiydi ki, merhum şehit Muhsin Yazıcıoğlu 2009 Mart’ının 25’i Çarşamba günü Keş Dağları’nın beyaz örtüsünde Rahmet-i Rahman’a (Sonsuzluğun Sahibine) ulaşıyordu. Mevlana’nın ifadesiyle istikamet üzere geçirilen bir ömrün hitamında, kendisi tebessüm ederken, ardında milyonları ağlamaklı bırakarak gidiyordu. Ahlâk-ı Muhammedî üzere olmanın tesis ettiği tabii rabıtanın yüklediği mesuliyetin tarihe ve gönüllere nakşettiği Şeb-i Aruz misali bir ölüm.
Bahar geldi geçti. Ardından da yaz. Ne baharın heyecan körükleyen tabiatı ne de yazın uzunluğunun telkin ettiği sükûnet, ayrılığın elemine derman olmadı. Amma beşer hafızasının nisyan ile maluliyeti her şeye inat edermişçesine acının dozunu zaman mesafesinin uzaklığına bağlı olarak azaltıyordu ki; neşter bir kez daha gönül tenimizle temas kurdu. Ve dostu Ahmet TEZCAN’ın “Elif gibi dosdoğru olabilmeyi başarmış, ruhunu bir çırpımlık alkışa, bir saçımlık paraya satmadan, doğru bildiğini her hâl üzere söyleyip yazabilmiş, doğru bildiklerinin yanlış çıkmasından da gocunmayıp hakikate boyun bükebilmiş insan” şeklinde tasvir ettiği ve “Çığırından çıkmış zamanda, delikanlı bir sahabe”ye[1] benzettiği Ömer Lütfi METE, henüz kışın tüm kesafetiyle kendini göstermediği 2009 senesinin 18 Kasım’ında (yine bir Çarşamba günü) Rabbine yürüyordu.
“Yâri yarası, yarası yâri olan”, yerlilik ideolojisinin dervişi Ömer Lütfi METE’nin, fikri salâbetinin yanı sıra engin ufkuyla doğru bildiğini haykırması, unutulması kabil olmayan özelliklerinin başında gelir. Bedirhan GÖKÇE’nin “İnançlı bir öfke”[2] olarak tanımladığı bu haliyle Ömer Lütfi METE ipliği pazara çıkmış fikir piyasamızda nadir bulunan bir kıymet hükmünde olduğu kadar Anadolu insanının ezilmişliğinin rövanşını alır gibidir. Buna istinaden ehl-i kâl ve ehl-i hâl oluşuyla milletinin inanç değerlerinin liyakatli bir temsilcisi olarak varlığı hep güven telkin ediyordu. Dosta güven telkin eden bu halet-i ruhiye yeri ve zamanı geldiğinde iğneyi kendisine batırmaktan imtina etmeyecekti. Muhafazakârların neyi muhafaza ettiklerinin bilinmezliğinin yanı sıra milliyetçilerin millet sevgilerine rağmen kendi içlerindeki muhaliflere olan tahammülsüzlüklerini anlayamadığını ve de anlamlandıramadığını[3] sesli dillendirecek cüret ve özgüveni, nev-i şahsına münhasır tarzının ayrılmaz parçasıydı.
Siyasi tahlil ve tespitlerinin ehemmiyeti bir tarafa televizyonun hayatımızdaki hâkimiyetine kontra atak kabilinden yapmış olduğu televizyon dizisi senaristliği çok yönlülüğüne işarettir. Bu dizilerde estetik bir kaygıdan ziyade mesaj kaygısının ön planda olduğu söylenebilir[4]. Bilhassa baş aktör olarak yazdığı karakterlerde millet için kahramanın ne denli lüzumlu olduğuna vurgu varken bu karakterleri söz ve davranışlarıyla yönlendiren tasavvuf meşrepli tiplerde “hakikate” davet kaygısı baskındır. İzlenilirliği oldukça yüksek düzeyde olan “Deli Yürek” ve “Kurtlar Vadisi” dizilerindeki Yusuf MİROĞLU, Polat ALEMDAR karakterleri milli heyecanları diri tutan kahramanlara; “Kuşçu” ve “Ömer Baba” karakterleri ise insanların ufkunu açan, yol gösteren bilge insanlara emsal gösterilebilir.
Oğlunun ifadesi ile “sıra dışı” bir insandı. Lâkin onun sıra dışılığı insanları itmekten ziyade kendine çekiyordu. “Bakın ben buradayım” maksadıyla söylenmediğinden, sözleri kırmıyor tam aksine hakikati ifadenin özgün tarzı, ilgiyi kendinden ziyade söylediklerine çekiyordu. Şöhretinin artması mütevazılığına halel getirmiyor, şatafatlı ortamlarda sıradanlığıyla sıra dışılığını ortaya koyuyordu.
İki yiğit, Muhsin YAZICIOĞLU, Ömer Lütfi METE. İkisi de memleketine sevdalı. Biri 25 Mart diğeri 18 Kasım Çarşamba günü ayrıldı aramızdan. Hüzün senemiz oldu 2009 senesi. Ferman büyük yerden. Teslim olmaktan gayrı ne gelir ki elden? Hem “Yezidin harcı zulüm, yiğidin burcu ölüm” değil mi? “Sonsuzluğun Sahibine ulaşmak” değil mi arzulanan? Eyvallah. Ölümün Allah (cc)’ın emri olduğuna boyunlar kıldan ince. Amma velâkin ayrılığın acısını ne dindirecek, var mı bilen?
[1] TEZCAN Ahmet, 22 Kasım 2009, “Öldüm de Uyandım Gülüm, Öldüm de Uyandım”, Zaman Gazetesi
[2] ŞAHİNER Zeynep, 30 Ocak 2010, “Yâri Yarası, Yarsı Yâri Olan Adam”, www.haberkultur.net
[3] METE Ömer Lütfi, 06 Ekim 2005, “Muhafazakâr Neyi Muhafaza eder?” Sabah Gazetesi
[4] ÖZKAN Fadime,10 Ocak 2006, “Derin Devlet Olsa da Ben de Hizmet Etsem” Yeni Şafak Gazetesi, 10 Ocak 2006, (Röportaj), https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=mulakat-detay&kod=14 (Röportajın tamamına bu linkten ulaşılabilir)