Muhsin Başkan’ı Anlamamanın Dayanılmaz Çığlığı
Anlatma becerisi kadar anlama isteği ve yeteneği sağlıklı bir iletişimin ön koşuludur. Yoksa anlaşmak mümkün değildir. Bu nedenle hem anlatan hem de dinleyen/muhatap özenli olmalıdır. Bu bağlamda Mevlana’nın, “Ne kadar bilirsen bil, senin söylediğin karşındakinin anladığı kadardır.” ifadesi anlatana; Sezai Karakoç’un “Anlamak zahmetli iştir; emek, gayret, samimiyet ister.” yaklaşımı da dinleyene ikazdır. Ha bilerek anlamak istemeyen ya da anlamış gözüküp, farklı şeyler yapanlar varsa, üstüne üstlük bu kimseler bir kurumun/hareketin yönetiminde iseler, işte o zaman yandı gülüm keten helva.
Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun muhataplarınca anlaşılıp- anlaşılmadığı iki açıdan ele alınabilir. Bunlardan ilki kendi yakın çevresince, ikincisi de Türk seçmenince anlaşılıp-anlaşılmadığıdır. Türk seçmeninin, onu ve düşüncelerini ne denli anladığı konusu bu yazıda ele alınmayacaktır. Bu yazıda, yakın çevresinin, yani bizlerin onu anlayıp, anlamadığımız konusu üzerinde durulacaktır.
Muhsin Başkan gibi karakter abidesi biriyle yol yürüyenler toplum nezdinde otomatik olarak itibar bulurlar. Zira toplum psikolojisi gereği bu kişiler, tıpkı Muhsin Yazıcıoğlu gibi “Büyük Birlik” felsefesini her yönüyle bilen, anlayan, uygulayan ve o uğurda mücadele eden kimseler olarak kabul edilirler. Peki, biz varsayıldığımız gibi olabildik mi? Sağlığında onunla yol yürümüş bizler, şehadetinden sonra Muhsin Başkan’ın şahsında somutlaşmış değerleri bilmiş ve anlamış gibi hareket edip gereğini yapabildik mi? Suikastın üzerinden geçen onüç (13) koca yılı sağduyu ile değerlendirdiğimizde, “Evet, anladık ve gereğini yaptık.” cevabını maalesef veremiyoruz. Çünkü biz onu anlamadık.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, 24 Mayıs 2009 tarihinde Muhsin Başkan’ın makamına bizi temsilen ilk olarak oturttuğumuz muhterem, iki (2) yıllık genel başkanlıktan sonra seçim sonuçlarını gerekçe göstererek önce genel başkanlıktan akabinde de kurucularından olduğu hareketten istifa edip arabasını iktidarın bakanlık/danışmanlık parkına çekmezdi. Bu arada milletvekilliği, belediye başkanlığı, devlette vazife, başka partilerin kuruculuğu, yöneticiliği vb. gibi limanlara demir atanlarımız da tabii ki olmazdı.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, 3 Temmuz 2011 tarihinden bu yana yöneticilerimiz, “Ebedi Siyasi Liderimiz” olarak sıfatlandırdığımız Muhsin Başkan gibi istikrarlı bir siyasi çizgi takip ederdi. Demokratik parlamenter yönetimde yerden yere vurduğumuz iktidarı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde tevil görevi üstlenmezdik.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, bölünmüş siyasal yapıda, içerisinde olduğumuzu ısrar ve inatla savunduğumuz ittifakta yer almaya, ittifakın ana paydaşlarının ancak işlerine yarayacağını düşündüklerinde ismimizi zikretmelerine, onun haricinde yok saymalarına ve hatta aşağılamalarına rağmen, razı gelmezdik. Tabii öncesinde de, 16 Haziran 2014 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, hareketi, sonradan birlikte olunacak adayın karşısında konumlandırmazdık.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, yeni sistemin gerekçesi olarak gösterilen meclisi etkin kılma yaklaşımının mevcut anlayışla mümkün ol/a/mayacağını kavrar, vesayet altına sokucu ve tüzel kişiliğin hukukunu ayaklar altına alıcı tarzdaki teklifleri elimizin tersiyle reddederdik.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, dün beklediği kadar oy alamayan, ancak özgül ağırlığıyla Türk siyasetine yol gösteren ve yön tayin eden bir siyasi organizasyonu, bugün kırk parçaya bölünmüş, hem oyu olmayan, hem de özgül ağırlığı yerle yeksan olmuş bir şirkete dönüştürmezdik.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, yeni sistemde bir seçmenin oyunun belirleyiciliği ve hareketin geçmişten getirdiği siyasal saygınlık dolayısıyla gösterilen iltifatı, kendi kerametimiz gibi başta kendi çevremiz olmak üzere topluma takdim etmeye çalışmaz, başarısızlığımızı açıkça ortaya koyar, çözüm yolları arardık.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, görevli olduğumuz sürece toplumsal kabule mazhar olacak yeni ve özgün projeler üretirdik. Fikri hareketlerin ancak ilmi çalışmalarla toplumsal karşılık bulacağını idrak eder, yapı ve içeriklerini akademik bir ortama dönüştürürdük.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, kendimizi “layüsel” konumuna getirecek uygulamalara iltifat etmez; alın terleriyle, çocuklarının süt paralarıyla ve dahi itibarlarıyla hareketin özgül ağırlığını oluşturanlarımızı bozuk para gibi harcamazdık. Bu hareketle özdeşleşmiş kişilerin fikirlerini medeni bir şekilde ifade edecekleri ortamları hazırlar, istişare kurumunu gerçek mahiyette işletir, bir kişinin gidişini bile dert eder, “Küçük olsun benim olsun.” mantığıyla hareket etmezdik.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, toplumdaki karşılığı, isminin önündeki siyasi sıfatlarından gelenlerimizi değil, bizatihi saygınlıkları nedeniyle toplumda yer etmişlerimizi temsil makamına taşırdık.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, başarısızlığın da insani bir durum olduğunu kabul eder, çekilir ve harekete ivme kazandırabilecek kimseleri, eften püften ve de mesnedi olmayan yaklaşımlarla itibarsızlaştırmaya çalışmaz, aksine bizatihi teşvik ederek öne çıkarırdık.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, yıllar yılı demokratik olmadığından dem vurulan siyasi parti yasasına, bir demokratik parti yönetimi, anlayışı ve uygulamasının nasıl olduğunu örneğiyle gösterirdik. Partilerin omurgası sayılan delegeleri, o hareketin en mümtaz, en bilgili, en tarafsız, en nesnel, en hakkı teslim eden kimlik ve kişilikteki şahıslardan oluşturur, hareketi istikametinden şaşırtacak kimselerin, yönetimde hâkimiyet kurmasına hukuken ve fiilen mani olurduk.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, özellikle iktidarın yanında mevzilendikten sonra iletişim kanallarının kabak çiçeği gibi önümüze serilmesini, iktidar uygulamalarını tevil etmemize borçlu olduğumuzu idrak eder, önceden bu kanalların bizlere neden kapalı olduklarını sorgulardık.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, yan kuruluşlar diye tabir edilen yapılarımızı, siyasal yetersizliklerimizin telafisine yarayan araçlar konumuna düşürmez, aksine kurumsal kimlik ve gayretleriyle milletimizin bütün kesimlerine özgün hizmetler üreten yapılara dönüştürürdük. Ve dahi temsilde, şekilciliğiyle, mutlak sadakatiyle öne çıkanlarımızı değil, liyakati ve ehliyetiyle göze batanlarımızı değerlendirirdik.
Anlamadık. Anlamış olsaydık, Muhsin Başkan’ın şahsında, milletimizin sigortası, istiklalimizin ve istikbalimizin teminatı olan hareketimize, “Biz feda olalım da, yeter ki hareketimiz bâki kalsın” inancıyla yaklaşır ve ona en ufak bir zarar gelmesine engel olurduk.
Daha uzatılabilir belki ama gerek yok. Bütün bunları “Sussam, gönül razı değil, söylesem, tesiri yok.” ya da “Dert söyletir, aşk ağlatır.” kabilinden değerlendirin lütfen.
Ah Muhsin Başkan ah, mekânın cennet, makamın âli, ruhun şad olsun. Anlaşılması ne zor insanmışsın. Biliyoruz, kolay anlaşılacak olsaydın, bu kadar kıymetli olmazdın. Ve yine biliyoruz ve de inanıyoruz ki, biz seni anladığımızda, ellerin fark ettiği fakat bizim henüz fark etmediğimiz, edemediğimiz, o uyuyan aslan, senin de söylediğin gibi bir daha uyumamak üzere uyanacak. Gün ola harman ola…