Türkiye’de Cemaatleşme ve 15 Temmuz
15 Temmuz Kalkışması’nın seney-i devriyesi münasebetiyle bu meşum olayla ilgili birçok tahlil yapılacaktır. Oldukça çetrefilli bu kanlı kalkışmanın sağlıklı değerlendirilebilmesi için bilgilerin doğru kaynaklardan olduğu kadar doğru bilgiler olması da önemlidir. Gizli veya açık istihbarat teknikleriyle üretilen gerçek dışı bilgilerin üzerine inşa edilecek değerlendirmeler, ne kadar art niyet taşımasalar dahi, bu istihbarat merkezlerinin bağlı oldukları ülkelerin değirmenlerine su taşıyacaktır. Bu hassasiyetle bir sebepten ziyade sonuç olarak okunması gereken bu kalkışmanın faili/aktörü üzerine yoğunlaşmak yanılma riskini azaltacağı gibi faydayı da arttıracaktır.
Türk siyasi hayatı darbeler ve darbe teşebbüsleri bakımından adeta bir laboratuvar mahiyetindedir. Tecrübeyle sabit olan bir gerçek var ki; o da bu darbe veya teşebbüslerinden zarar görenin millet ve devlet olduğu hakikatidir. Yine bir o kadar başka gerçek ise tıpkı daha öncekilerde olduğu üzere asıl faillerin dışarıdan olduğudur. Bu faillerin kimi zaman “stratejik müttefik” kimi zaman “tarihi dost” rollerine bürünmüş olmaları hakikatte milletimize ve medeniyetimize karşı olan husumetlerini izale etmez. Etmediği gibi, bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Daha geriye gitmek mümkün olsa bile sadece 20.yüzyıl dünya siyasi tarihi emperyal kan emicilerin ülkelerin iç işlerine, kimi zaman doğrudan kimi zaman dolaylı yollarla müdahil olduklarının neredeyse yüzlerce örneğiyle doludur. Şaşırtıcı olan senaristlerin her defasında sahneyi kolayca oluşturabilmeleri ve senaryoya uygun karakterleri (aktör, figüran) rahatlıkla bulabilmeleridir. Nasıl oluyor da gerek sosyal gerek kurumsal yapımızda milletin iradesini zor ve kanla ortadan kaldırmaya cüret edecek düzeyde akıl ve ruh sağlığıyla malul arızalı tipler neşv ü nema buluyor? Bu nasıl bir bataklıktır, ne menem bir sosyal vasattır? İşte zurnanın zırt dediği nokta burasıdır.
Tam bu noktada şu itiraf edilmelidir, ister dışarıdan ister içeriden, hangi sebeple ve hangi gayeye matuf olursa olsun milletin iradesini, devletin bekasını tehdit eden bu tip teşebbüslerin önceden takibinin yapılarak bertaraf edilemeyişi demokratik yönetim reflekslerinin kurumsallaşmadığı kadar yönetim erkinin de yerinde kullanılamadığının maalesef bir kanıtıdır. Muhakkak bu durum yönetim erkini kullananlara potansiyel darbe tehlikesi gerekçesiyle her alana olur olmaz müdahale hakkı vermez. Zaten devlet olmak da böyle bir şey değil midir? Bir taraftan güvenlik endişesini ihmal etmezken diğer taraftan özgürlükleri en üst düzeyde yaşanabilir kılabilmek mahareti değil midir? Diğer bir deyişle adaletin merkezde olduğu bir yönetim kültürü ve toplum bilinciyle, özgürlük ve güvenlik sarmalını dengede götürebilme iradesi değil midir?
15 Temmuz Kalkışması öncekilerle aynı maksadı taşısa bile failinin/aktörünün yapısı itibariyle farklı bir nitelik taşımaktadır. İlk elden dikkat çeken husus esas komuta merkezinin, ordunun içerisine sızmış üniformalı örgüt mensuplarını sevk ve idare eden sivil (?!) bir iradenin varlığıdır. İkincisi bu iradenin/oluşumun Türkiye’de yaklaşık 40 yıla dayanan bir mazisinin bulunmasıdır. Üçüncüsü bu organizasyonun giderek güçlenerek hatırı sayılır bir sosyal ve mali iktidar gücüne erişmiş ve bunu stratejik olarak kullanabilmiş olmasıdır. Dördüncüsü ve belki de en önemlisi hareketinin mihenk noktasına dini ve dini bir otoriteyi (?!) koymasıdır.
Türk toplumu içerisinde genel olarak “cemaat” adıyla yapılanmış organizasyonlar bir vakıadır. Bunların her birinin kimi dini ve dünyevi meselelere bakışları farklılık arz etse ve bunun üzerinden farklı pratikler geliştirmiş olsalar bile ittifak içerisinde oldukları konu hepsinin meşruiyetlerini İslam’a dayandırıyor olmalarıdır. Genellikle merkezdeki bir şahsiyetin – ki bu şahsiyetin İslami bilgisine ve pratiğine itibar ve itaat esastır- etrafında gelişen bu yapılar zaman içerisinde tercihlerine veya anlayışlarına göre öncelik verdikleri alanlarda yoğunlaşarak hizmet üretmeye başlamışlardır. Kabul etmek gerekir ki, nüfusun ve nüfus hareketliliğinin hızla artmaya başladığı 1950’li yıllarla birlikte devletin yetersizlikleri dolayısıyla boş bırakmak zorunda kaldığı sosyal alanları bu yapılar doldurmuştur. Özellikle kentleşme ve sanayileşme gibi sosyal değişimin iki önemli damarının tesiriyle yerinden yurdundan olan kişilerin kimlik arayışlarının karşılıklarını bu yapılarda bulmuş olması tabii bir durumdur. Bu sosyal savrulma sürecinde insanlar, şifahi aktarımlar münasebetiyle her defasında eksilerek tevarüs ettikleri İslam bilgisi/kimliği paydaşlığı üzerinden bu yapılarda sosyal/kurumsal aidiyet ihtiyaçlarına karşılık bulurlarken; “cemaat” olarak isimlendirilen bu birlikteliklerin de potansiyel insan kaynağı haline gelmişlerdir.
Cemaatler yakın zamanlara kadar devlete karşı hep mesafeli bir pozisyonda durmuşlardır. Bu mesafeli duruş aslında cemaatlerin stratejik tavrından daha çok siyasi ve bürokratik yapısı itibariyle devletin ve onu temsil edenlerin dine ve dinin üzerinden toplumsallaşmış yapılara karşı soğuk tutum ve davranışlarından kaynaklanmıştır. Din eksenli oluşumların kahir ekseriyeti Laik/Kemalist zihniyet ve pratik üzerinden “vatandaş”ları ile ilişki kuran devlete eleştirel yaklaşsalar bile bunu hiçbir zaman fiili bir çatışmaya dönüştürmemişlerdir. Dönemsel olarak mevcut devlet yapısının İslam’la telif edilemeyeceği yönünde görüş ve uygulamalar yaygınlaştırılmaya çalışılsa bile bunlar muhafazakâr, mütedeyyin kitle içerisinde ilgi görmemiş, marjinal kalmışlardır. Bilakis kendi insanıyla çatışmanın gayr-ı meşruluğu zemininde kendiliğinden gelişen bir strateji olarak itidal telkin edilmiş ve zamanla yetiştirilecek “iyi” insanların devlette vazife almaları üzerinden eleştirilen devlet anlayışına cevap verilmesi tercih edilmiştir. 1970’li yıllardan sonra hükümet eden iktidarlar ise ağırlıklı olarak siyasi menfaatleri ölçeğinde bu yapılarla ilişkilerini tanzim etmişlerdir.
Bu çerçevede F. Gülen’in kuruculuğunu ve liderliğini yaptığı, kendi isimlendirmeleriyle “Hizmet Hareketi”, toplum nezdinde “Cemaat” ve bugün artık tescillenen haliyle Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY)’nın 40 yıllık bir tarihi vardır. Bidayetinde eğitim sahasını kendisine merkez alan bu yapı – diğerlerinde olduğu gibi – dini bilgisi ile temayüz etmiş bir figür etrafında şekillenmiştir. Türk eğitim sisteminin açmazlarını iyi okuyarak yapılanan bu organizasyon, emsallerinden nitelikli hizmet üretmeyi başardığı ölçüde toplumsallaşmıştır. Eğitim alanındaki hizmetler uluslararası boyuta taşınırken iletişimden spora, hukuktan ekonomiye birçok alandaki üretimler hatırı sayılabilecek sosyal iktidar gücünü ya da nüfuz imkânını bu organizasyonun emrine sunmuştur. Devletin hizmet üretmede yetersiz kaldığı alanlarda üretilen hizmetlerin çeşitliliği ve görece nitelik üstünlüğü bu yapının toplumsal cazibesinin ana unsurudur. Muhafazakâr kitlelerden öte toplumun neredeyse her kesimiyle kurulan iyi ilişkiler “Dost yapamıyorsan bari düşman olmasını engelle” yaklaşımıyla titizlikle sürdürülmüş ve organizasyon lehine kullanılacak muazzam bir “Hatır Nüfuzu” oluşturulmuştur.
Cemaat organizasyonu her geçen gün büyürken, toplumdaki meşruiyetini derinleştirdiği ve üretkenliğini çeşitlendirdiği nispette milletin hayır duygusunu harekete geçirmeyi başarmış ve muazzam düzeyde finansal kaynak kullanım kapasitesine ulaşmıştır. Her ne kadar ana söylemi siyaset dışı kalmak olsa da toplumun değişik alanlarında farklı hizmetler üretiyor olmak bu yapıyı – doğal olarak – devletle ve onu yönetim yüzü olan siyasetle karşı karşıya getirmiştir. Doğrudan bir siyasi kurumla temsil edilmek yerine, gün yüzüne pek çıkmadan dönemsel olarak her kim iktidarda ise onunla kurulan pragmatik ilişkilerin, devletin kaynak ve kadro imkânlarını bu yapıya açık hale getirdiği bugün artık herkesin malumudur. Burada dikkat çeken husus devlette yapılanmak adına ilişki kurulan (sağ-sol fark etmeden genellikle iktidar erkini kullananlar) siyasal yapıların lehine söylem ve davranışlardan, kendi mensuplarının devlete nüfuzunu kolaylaştırıcı ama İslami camiada oldukça tartışılan tercihlerden ve hatta kesinlikle İslam’la telif edilemeyecek adaletsizliklerden kaçınılmamış olmasıdır. En son gelinen noktada, millet ve devlet imkânları kullanılarak elde edilen güç önce siyasal iktidarla rekabet aracına, sonrasında ise o karanlık 15 Temmuz gecesinde, millete ve kurumlarına karşı silahlı mücadelede kurşuna, bombaya dönüşecektir.
Devletin şu veya bu şekilde yetişemediği ya da iktidarların devlet algıları münasebetiyle hareketsiz kaldığı alanlarda bireylerin örgütlenerek hizmet üretmelerinde bir anormallik yoktur. Hatta günümüz modern devlet yaklaşımında özellikle bireylerin bu tip oluşumlarda yer almaları rağbet görmekte ve hatta ülkelerin gelişmişliği, bu tip yapıların sayılarının fazlalığı ve daha çok bireyin bu tarz kurumlarda gönüllü görev almasıyla da ölçülebilmektedir. Ancak en son yaşanan hadisenin gün yüzüne çıkardığı gerçek Türkiye pratiğinde işlerin çok da olması gereken düzeyde gelişmediğidir. Bu durum yeni keşfedilmiş bir mevzu olmamakla beraber, kamuoyunca (en azından çok büyük çoğunluğu tarafından) din merkezli hizmet üreten bir yapının kendi devletine ve milletine karşı, silahlı kuvvetleri vasıtasıyla cephe alması düşünülebilecek bir durum olmadığından olsa gerek pek nazar-ı dikkate alınmamıştır.
Şimdi üzerinde durulması gereken husus özelde bu yapının genelde benzeri yapıların örgüt modeli ile karar alma/uygulama usul ve esaslarının değerlendirilmesidir. İlk elden göze çarpan bu yapıların merkezi bir şahsın etrafında kurulup, geliştikleridir. Merkezdeki bu şahsın bariz vasfı ise genellikle dini ilimlerdeki yetkinliği ve pratikleridir. İlmi ve ameliyle otoritesini tescilleyen merkezi şahıs zaman içerisinde dini bilgilerinin derinliği, takdim kabiliyeti ve de dünyayı okuma tarzı ile diğerlerinden farklı bir tarz/ekol oluşturmaya başlayarak, yakın ve uzak çevresini şekillendirecektir.
Sonrasında bu yapılara mensubiyetin bir kabule bağlı olduğunu hatırlamak gerekir. Yani kişinin tek başına irade beyanı mensubiyet için yeterli değildir. Kabulün en önemli şartı ise kayıtsız-şartsız sadakattir. Kime mi? Gayet tabii İslam’ı madde ve mana planında herkesten daha iyi bildiğine ve pratiklerine sahip olduğuna inanılan kurucu iradeye (?!).
Bu yapı/lar/da kurucu irade/merkezi akıl büyüme stratejisini tayin eder. Büyüme için ihtiyaç duyulan kadrolar rastgele değil merkezi aklın direktifleri doğrultusunda bir nevi devşirme usulüyle seçilir. Bir taraftan resmi eğitim kurumlarından (özellikle de başarısını kanıtlamış olanlarından) diğer taraftan Cemaatin eğitim sürecinden geçen farklı meslek mensupları kabul olunmaları halinde Cemaat mensubiyeti kazanırlar. Sadakati üst düzeyde olanlar Abi, Abla, İlçe-İl İmamı vb. unvanlarla Cemaatin hizmet hiyerarşisinde yer alır; “Gönüllü Profesyonellik” şeklinde tanımlanabilecek mesuliyet duygusuyla yapıyı geliştirir ve toplumsallaştırırlar.
Bu yapı/lar/da karar üretme tekniği itibariyle “istişare”nin esas alınması salık verilirken, uygulamada merkezdeki şahsın tasarrufları esastır. Merkezi aklın/iradenin aksine karar tesis etmek neredeyse imkânsızdır. Alınan karara muhalefet ise hiç hoş karşılanmaz, muhalefet edenler yapı dışına itilir. İtilmekle bırakılmaz, söylediklerinin yapıya zarar vermesine mâni olunması maksadıyla muhalif söylemlerin sahipleri toplum nezdinde değişik vasıtalarla itibarsızlaştırılır.
Bir diğer özellik bu yapıların şeffaf olmamasıdır. Kanuni mecburiyetler çerçevesinde riayet edilen usul ve esasların haricinde tasarrufların asıl maksadı ve uygulama süreçleri az sayıda üst düzey cemaat yöneticisi haricinde diğerlerinin malumu değildir. Bu uygulayıcılar açısından bir sorun da teşkil etmez. Zira uygulayıcılar karar alıcıların niyetinden dahi şüphe duymayacak kadar keskin inançlılardır.
Kendisine ihsan olunan mensubiyetle sosyal itibar elde eden şahıs, kendisini öncelikle Cemaate karşı sorumlu hisseder, hata yapmamak için azami derecede titiz davranır. Adanmışlık psikolojisi içerisinde ürettiği hizmet karşılığında (mesaisinin tamamını tahsis edenler için) bir taraftan maddi karşılık elde ederken diğer taraftan manevi bir hizmet gördüğü inancıyla uhrevi mükâfata hak kazandığını düşünür. Mesela bu psikolojiyle dünyanın en ücra noktasındaki hizmet biriminde “Hizmet” (?!) namına yıllarca vazife yapar.
Ezcümle 15 Temmuz Kalkışması sonrası varılan nokta bu yapıların ciddi anlamda bir özeleştiriye ihtiyaçları olduğu noktasıdır. Merkezdeki şahsın tartışılmaz konumundan karar alma tekniğine, topluma açıkladıkları amaçlarından uygulama süreçlerine ve bunların toplumsal ve hukuki meşruiyetinin bulunup bulunmadığına kadar birçok konunun gözden geçirilmesi gerekmektedir. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olması mümkün değildir. Bu sosyal kurumlar ya yaşananlardan ders çıkaracak, kendilerine çeki düzen verecekler ya da hiçbir şey olmamış gibi mevcut yapılarını sürdürmeyi tercih ederek güven bunalımı yaşayacaklardır. Bu ikinci halin tercih edilmesinin ise sonun başlangıcı olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır.