728 x 90

Yüzleşme

Yüzleşme

Yüzleşme

Toplum olarak, bizi zafiyete uğratan bütün sıkıntılı hallerimizle dürüstçe yüzleşme zamanı geldi, hatta geçmekte. Dürüstçe diyorum çünkü bu sorunları sıralayıp, millet ile paylaşıp ve bunların ortadan kaldırılması için çaba sarf etmesi gerekenler, görevi bu olanların bazıları maalesef halk dalkavukluğu yaparak, üç maymunu oynamayı sürdürüyorlar.

Benim gibi zamane açık hava tımarhanesinde akıl ve ruh sağlığını korumaya çalışıp, hataları sıralayıp, muhataplarının yüzüne pervasızca vuranlara ise yel değirmenlerine saldıran Don Kişot muamelesi yapılıyor.

Teşhis koymadan tedavi uygulayamazsınız. Uyguladığınızı zanneder, yanılırsınız. En sonunda ise kanserli hastanın tedavisiyle meşgul olmak varken, onun yüzündeki sivilcelerin giderilmesiyle boş yere zaman harcadığınızı, pişmanlığın fayda vermediği bir yerde pişmanlık duyarak öğrenirsiniz. Bor’un pazarı çoktan geçmiştir. O andan itibaren eşeğin sürüleceği bir Niğde’de kalmamış olabilir.

Kim ne derse desin, çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir üniversitede “güzel insan” yetiştirmeye kendini adayan bir hoca olarak “kral çıplak” demeye, hakkı haykırmaya devam edeceğim. Bu bağlamda tespitlerimizi, bazılarınca haksız yere taşlanacağımızı bile bile kısaca sıralayalım:

Biz tembel bir toplum olduk. Yaptığımız işleri özenle ve severek yapmıyoruz. Bundan dolayı sermaye, emek ve zaman israfına uğruyoruz. Yüksek maliyetlere katlanıp hedeflenen verimliliği sağlayamıyoruz. Rekabet edemiyoruz.

Marifetlerimizi arttırıp, sergileyeceğimiz ve katma değer üreteceğimiz yerde her şeye bir mazeret uydurma gayretkeşliğine tutuluyoruz.

Zaman yönetimi konusunda berbat durumdayız. Daha da kötüsü toplumdaki birçok insanın böyle bir derdi bile yok.

Temiz değiliz. Çevreye duyarlılığımız bu anlamda yerlerde sürünüyor. Tertipsizlik ve düzensizlik neredeyse kanıksadığımız davranışlar haline dönüştü. Üç adım ötesinde çöp kutusu olan insanlar çöpleri göz göre göre yere atıyorlar.

Kibar değiliz.  Bencillik had safhada. Haset –ki bu bence sorunların en büyüğü- toplumda inanılmaz derecede yaygınlaşıyor, taban buluyor. Bu nedenle midir bilemem ama her duyduğumda ürperdiğim bir Mustafa Kutlu sözü kulaklarımda çınlıyor; “sofralarımıza artık melekler inmiyor.”

Büyüklere karşı duyulması gereken saygı ile küçüklerin sağlıklı bir gelişim göstermeleri için gereksinim duydukları sevgi noktasında dibe vurduk.

Şükretmeyi unuttuk. Her dâim istiyoruz. “Rabbena hep bana” şarkı sözü olmaktan çıktı. Ete kemiğe büründü. Geniş kitlelerin ana mottosu oldu. Çocukluk dönemimden hayal meyal hatırladığım stokçular yeniden türedi. Veren elin alan elden daha hayırlı olduğunu unutayazdık.

Sabretmenin ne kadar kıymetli bir haslet olduğunu ise unuttuk. Sabretmiyoruz. Sabretmediğimiz için çoğu kez kaybediyoruz.

İnandığımız gibi yaşamıyoruz. Yaşadıklarımızdan, bize yaşatılanlardan bir inanç (!) sistemi kurgulayıp daha da tehlikelisi çevremizdeki herkesten buna dâhil olmalarını bekliyoruz. İtirazı olanları ise cahil cesaretiyle yaftalıyoruz.

Kutuplaşmanın, ötekileştirmenin bu vatanı bölmek için asırlardır belli bir planı sabırla uygulayan dış düşmanlarımızın ve en az onlar kadar tehlikeli işbirlikçilerinin oyunu olduğunu anlayamaz hale geldik.

Okumuyoruz. Tefekkür etmiyoruz. Ve hızla cahilleşiyoruz. Yıllarca tek bir kitabın kapağını açmayan ama her konuda ahkam kesen ahmaklar türedi memlekette. Ne nispette cahil olduğunu bilmeden çevresindeki insanların akıllarıyla dalga geçen, yalanlar sarf eden soytarılara prim verir olduk.

Ateş böceği kadar ışık saçmayan sahtekarlara yıldız muamelesi yapmaktan bıkıp, usanmadığımız için gerçek değerlerimizin kıymetini kaybettikten sonra anlar olduk. Bu bağlamda sözü altın olanlar susarken, onların susuşlarının toplumumuzun intiharı olduğunu onlara ihtar edebilecek kadar bile cesaretimiz kalmadı.

Saygısızız. Kendimiz başta olmak üzere çevremizdeki insanlara saygı duymuyoruz.

Kuralları hiçe sayıyoruz. Bu kayıtsızlığımız sonucunda telafisi imkânsız, ağır bedeller ödeyince bir günah keçisini kurban ederek eski adamsendeciliğimize utanmadan geri dönebilme gücünü kendimizde rahatlıkla bulabiliyoruz.

Toplum olarak sağlıklı yaşam ile olan irtibatımızı kaybettik. Sağlığımızı, kaybettikten sonra yüksek bedeller ödeyerek arayan bir millet olduk. Bu sıkıntı bizden sonraki nesillerin fiziki gelişimlerini de tehdit ediyor. Umursamıyoruz.

Bu sıraladıklarım bir çırpıda aklıma gelenler. Unutulanlar veya bu yazının hacmini aşacak boyuttaki diğer detaylar zaten her birinizin malumu. Bu noktada okuyanların, yazandan daha ârif olduğunu varsayıyorum.

Sözlerimi nihayetlendirirken özellikle altını çizmek istediğim bir husus var: Sıkıntılı bir zaman diliminde yaşıyoruz ve toplum olarak acilen yüzleşmemiz gereken büyük sorunlarımız var. Halının altı artık toz kaldıracak durumda değil.

Milletin büyük ekseriyetinin, gelinen bu noktada sorumluluğu sınırlı, asıl suçlu bizleriz. Dolayısıyla çözüm üretme sorumluluğu da bu ülkenin münevverlerinin omuzlarındadır. Bayrağı düştüğü yerden biz kaldıracağız.

Umutsuz muyum? ASLA!

Öğrenmeye değil, hatırlamaya muhtaç olduğumuz kanaatindeyim.

Bizden öncekilerin yapıp da başarılı olduğu gibi sorunlarımızla korkmadan yüzleşelim. Samimi olalım. Sorunlarımızı, birlikte iyi insanlar olmak ve yüzleri bizlere dönük olan dünya mazlumlarının tümü adına çözelim. Merhemi üretmeye başlamadan önce yaranın varlığını kabul ederek başlayalım çalışmaya.

Gına geldi artık halk dalkavukluğu yapan yalancılardan.

Dost acı söyler.

Hepimiz cennete girmek istiyoruz. Ama hiçbirimiz ölmek istemiyoruz.

Böyle bir dünya YOK!