11 Eylül 2001, 15 Temmuz 2016 ve Büyük Şeytan*
Tarihte kırılma noktaları vardır. 11 Eylül 2001 tarihi de böyle bir kırılma noktasını ifade eder. Bu tarihte Usame Bin Ladin’e bağlı Müslüman teröristler(?!) kaçırdıkları uçaklarla Amerika’nın New York şehrinde bulunan çok katlı ticaret merkezlerine ve ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) intihar saldırıları gerçekleştirdiler. 3000’e yakın kişinin öldüğü ifade edilen bu saldırıların sonrasında ABD dış siyasetinde eksen değişikliğine gidildi. Müslüman teröristlerin ABD’nin ulusal ve uluslararası çıkarlarına tehdit oluşturduğu gerekçesi üzerinden İslam ülkelerine fiili müdahalenin zemini hazırlandı. Nitekim çok geçmeden ABD okyanus ötesinden önce Afganistan’a sonra da Irak’a fiilen müdahale etti ve yüz binlerce Müslüman’ın ölümüne sebep oldu.
Üzerinden 20 sene geçmiş olmasına rağmen bu saldırıların gerçekliği hakkında bugün dahi ciddi eleştiriler söz konusudur. Bu eleştirilerin merkezinde saldırıların bizatihi ABD gizli servisi CIA’nın sevk ve idaresindeki yapılarca gerçekleştirildiği ve ABD’nin İslam ülkelerine yapacağı müdahalelere meşruiyet oluşturması maksadına yönelik olduğu bilgileri bulunmaktadır. Askerî teknoloji (Savunma ve taarruz) ile istihbarat imkânları bakımından diğer ülkelerle mukayese edilemeyecek ölçüde ileri olan ABD’de teröristlerin 4 uçağı kaçırabilmeleri; yetmedi, belli aralıklarla bu uçaklarla önce ticaret merkezlerine sonra da en güvenlikli yer olduğu düşünülebilecek Pentagon’a intihar saldırısında bulunabilmeleri; yetmedi, hiçbir mukavemet görmemiş olmaları ortalama zekâya sahip hiç kimsenin kolayından kabul edebileceği bir durum olmasa gerek.
11 Eylül saldırıları ister iddia edildiği gibi Müslüman teröristlerce (?!) gerçekleştirilmiş olsun isterse de CIA’nın operasyonu üzerinden Müslümanların üzerine ihale edilmiş olsun değişmeyen hakikat emperyalist güçlerin İslam coğrafyasında akıttığı Müslüman kanıdır. Bu bölgelerdeki stratejik ve ekonomik değeri haiz kaynakların menfaatleri doğrultusunda kullanılmasıdır.
Peki, emperyalist emelleri için kendi ülkesinde bile akla-hayale gelmez işleri yapanlar başka coğrafyalarda neler yapmazlar ki, neler yapmadılar ki? Ezcümle bilinmesi ve hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması gereken husus Amerika’nın/Büyük Şeytan’ın (Daha doğrusu küresel Yahudi- İngiliz İttifakı’nın) menfaati söz konusu olduğunda ‘Dost’unun olmayacağı diğer bir tabirle çıkarı söz konusu olduğunda babasını bile tanımayacağıdır.
Bunu anlamak için yakın tarihe kısaca göz atmak yeterlidir. İlk olarak hatırlanması gereken ABD’nin 11 Eylül’ün sorumlusu olarak göstererek infaz ettiği (?!) Usame Bin Ladin’in, Sovyetlerin Afganistan’ı işgal sürecinde CIA ile kol kola Afganistan cihadının baş aktörü olduğu gerçeğidir.
ABD yönetimi, kendi ülkesinde demokrasiyle övünürken başka ülkelerde diktatörleri desteklemekte ve işi bitince çöpe atmakta bir sakınca görmez. Bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Filipinler bu durumun çok canlı örneğidir. 1972-1986 yılları arasında diktatör Ferdinand Marcos ve eşi “Demir Kelebek” lakaplı Imelda Marcos kelimenin tam manasıyla Filipin halkının ensesinde boza pişirirken en büyük destekçisi ABD yönetimidir. Ancak 1986 senesinde halkın direnişi karşısında pes etmek durumunda kalan Marcos ve ekibi çareyi yine ABD’nin desteği ile Hawaii’ye kaçmakta bulacaktır. Bu durum karşısında dönemin ABD Başkanı R. Reagan’ın açıklaması oldukça ironiktir: “Bugün Filipinler halkı demokrasinin yeniden doğuşunu kutluyor”.
Güneydoğu Asya’dan Orta Doğu’ya doğru gelecek olursak 1980-1988 yılları arasında İran ve Irak arasında kıyasıya bir savaşın cereyan ettiği görülecektir. 8 yıl devam eden bu savaşın galibi taraflardan biri olmadı ama geride bıraktığı bilançosu bir milyona yakın Müslüman’ın ölümü, harabeye dönmüş şehirler ve tahmini 150 milyar dolar maddi hasardı. Bu savaşta diktatör Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın baş destekçisi ABD’dir. Büyük Şeytan için dostluk menfaat demek olduğundan bir taraftan Irak desteklenirken diğer taraftan İran’a el altından İsrail aracılığıyla silah satmanın hiçbir mahzuru yoktur (1986 senesinde ortaya çıkarılan bu durum tarihe İrangate olarak geçmiştir). Tarihin acı cilvesi diktatör Saddam Hüseyin’in başındaki Irak, ABD ve müttefiklerince, önce işgal ettiği Kuveyt’i tahliye etmesi amacıyla vurulacak sonra da demokrasi götürmek bahanesiyle işgal edilecektir. Daha da trajik olanı yüz binlerce insanın öldüğü ve yüz binlercesinin de yerinden yurdundan edildiği savaşlar sonrasında eski dost yeni düşman Saddam Hüseyin, Amerikan işbirlikçiliği ile suçladığı mahkemenin kararıyla idama mahkûm edilecek ve 30 Aralık 2006 tarihinde karar infaz edilecektir.
Biraz daha yakına, kendi ülkemize geldiğimizde 40 yıla yakın süredir terör belasına karşı yürüttüğümüz mücadelede ABD’nin pozisyonu oldukça dikkat çekicidir. Başta PKK olmak üzere diğer terör örgütlerinin ortaya çıkmasında ve güçlenerek ülkemize karşı vaziyet almalarında ABD ve diğer uluslararası güçlerin askerî, siyasî, lojistik, istihbarat, ekonomik desteklerinin olduğu açıktır. Bu destek “Çekiç Güç”le başlayıp “Çevik Güç”le çekirdeği oluşturulan, sonrasında Irak’ın kuzeyinde meydana getirilen otorite boşluğunda palazlandırılıp büyütülen, sınırımızın dibinde mevzilendirilip oradan milli bütünlüğümüzü ve üniter yapımızı sürekli tehdit eder noktaya taşınacak kadar geniş çaplıdır. İşlevi bittiğinde paketlenerek teslim edilen terörist başını koruma altına alacak hukuki düzenlemeleri yaptıracak kadar nüfuzludur. Türk askerinin başına çuval geçirecek kadar onur kırıcıdır. Bu acı hakikatlere rağmen madalyonun diğer yüzünde ise ABD, NATO paydaşlığımız münasebetiyle ülkemize vaki bir saldırıda ilk elden destek olması gereken müttefikimizdir. Aynı zamanda hükümetlerimizin yakın ilişkileri neticesinde karşılıklı imza altına alınan metinlere göre stratejik ortağımızdır.
Ne kadar garip değil mi? Dostunuz diye bildiğiniz aslında baş düşmanınız. Açıkça anlaşılmaktadır ki, bizim dost ve müttefik kavramlarına yüklediğimiz anlamla ABD’nin yani Büyük Şeytan’ın yüklediği anlam çok farklıdır. Zira onlar için asıl olan kendi menfaatlerinin tahakkukudur.
Bu minvalde 15 Temmuz 2016 tarihi de Türk siyasi hayatı bakımından bir kırılma noktasıdır. Tıpkı 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 tarihleri gibi. Bu kırılma noktalarının ortak tarafı üzerlerine vazife olmadığı halde askerlerin durumdan vazife çıkararak sivil yönetime müdahale etmeleridir. Bu müdahalelerin ortak gayesi ise seçilmiş hükümetleri devre dışı bırakarak millet iradesine ipotek koymak, sonrasında da beslendikleri kaynakların arzu ettiği istikamette milletin istikbaline yön tayin etmektir.
Darbelerde – ister sonuç alsın ister akamete uğratılsın – herkesçe kabul edilen bir diğer husus, darbelerin bizatihi darbeyi sevk ve idare edenlerin müstakil iradeleriyle değil emperyalist güçlerin bilgisi, desteği ve yönlendirmesiyle gerçekleştirilmiş olmalarıdır. Bu münasebetle 15 Temmuz’u meşru iktidar ile yıllara yaygın bir şekilde devlet kurumları içerisinde yapılanmış bir dini grubun/cemaatin(?!) kavgası ve hesaplaşması olarak okumak oldukça sathi ve de eksik bir değerlendirme olacaktır. Tam da bu noktada 15 Temmuz kalkışmasının arkasında Büyük Şeytan’ın rolünün olup-olmadığı, olduysa bunu teyit edici bilgilerin neler olabileceği önem kazanmaktadır.
Öncelikle FETÖ/PDY olarak tanımlanan yapının baş aktörünün uzun yıllardır ABD’de ikameti ve oradan örgütü sevk ve idare ediyor oluşu ve yine bu örgütün Türkiye’deki bu tarz bir eyleminden ABD’nin bilgisinin olmayacağı, güncel tabiriyle hayatın olağan akışının dışındadır. Kaçanların çoğunluğunun soluğu ABD’de almaları, kaçakların çoğunluğunun da ABD’yi mesken tutmaları bir gösterge değil midir? Ya girişim gecesi Akıncı Hava Üssünde yakalanıp anlaşılmaz bir şekilde serbest bırakıldıktan sonra firari olan ve örgütün Hava Kuvvetleri imamı olduğu belirlenen Adil Öksüz’ün 2002 senesinden bu tarafa tam 109 kez yurt dışına çıkmış ve en son 11 Temmuz’da eşi ve çocuklarıyla ABD’ye gidip 13 Temmuz’da da yalnız dönmüş olmasına ne demeli?
15 Temmuz darbe girişimiyle ABD’yi ilişkilendirebilecek hadiselerden bir diğeri girişimin gecesinde İstanbul Büyükada’da gizli bir toplantının gerçekleştirilmesidir. 6’sı Türk 10’u yabancı kişilerce gerçekleştirilen bu toplantının başkanlığını CIA’nın eski mensubu Türkiye uzmanı Henri Barkey yaparken toplantıya katılan bir diğer önemli isim ise Fethullah Gülen’in ABD’de kalabilmesi için referans olan Graham Fuller’dir. Uzmanlık alanları ülkelerde iç savaşlar ve darbeler olan Barkey ve Fuller’in ayrıca Türkiye’de sözde Kürt meselesine dair ortak çalışması da bulunmaktadır. Akademisyen kimliği altında bir araya gelen bu isimlerin çoğunun 15 Temmuz, bir kısmının ise 17 Temmuz itibariyle Türkiye’den ayrıldıkları tespit edilmiştir (Barkey ve Fuller gibi isimlerin şu an ABD yönetiminde etkin olmadıkları iddiası haklı bile olsa sonucu değiştirici bir durum değildir).
Darbe girişimi gecesinde İncirlik Hava Üssünden kalkan tanker uçakların Ankara ve İstanbul’da alçak uçuş yapan savaş uçaklarına havada yakıt ikmali yapmalarının üssün Amerikalı komutanının rızası/bilgisi haricinde olması mümkün müdür?
Vatandaşlarımızın olağanüstü direnişiyle 15 Temmuz gece yarısından sonra seyri değişen girişimle alakalı Batılı sözde müttefiklerimizle birlikte adeta söz birliği yapılmışçasına ABD yetkililerinin, meşru otoriteye başkaldıran güçlerin mağdur edilmemesi mealindeki Türk devlet yetkililerine soğukkanlı olmalarını telkin edici beyanları ne denli müttefikliğe yakışır beyanlardır?
CIA’nın darbe girişimini internet sayfasından duyurusu da oldukça manidardır. Metnin üslubuna bakıldığında gayr-ı meşru eyleme kalkışanların neredeyse masum, Türk devlet yetkililerinin ise darbe girişimini bahane ederek başta silahlı kuvvetler olmak üzere, yargı ve eğitim kurumlarından binlerce kişiyi görevlerinden uzaklaştırarak mağdur ettiği izlenimi verilmeye çalışılmıştır.
Neyse meram hâsıl olduğundan daha uzatmaya hacet yok. Lakin burada hırsızın/şeytanın hilelerini sayıp dökerken atlamamamız gereken bir hususu hatırlatmak icap eder. O da mülk sahipleri olarak kapılarımızı sonuna kadar açık bırakıp, üstüne üstlük top atılsa duymayacak kadar derinlikte uykuya dalmamızdır. İşte bu ahval ve şerait içerisinde behemehâl yapılması lazım gelen, ehl-i vatan herkesin, 15 Temmuz musibetinin öğreticiliğinde uykudan uyanması ve de Büyük Şeytan’ın suret-i hak’tan gözükerek imanımızı çalma teşebbüslerine karşı teyakkuz vaziyetini almasıdır. Evet, bu bir mesuliyettir ve hatta ondan da öte bir mecburiyettir.
[*] 15 Temmuz 2016 kalkışmasının hemen sonrasında kaleme aldığım bu yazıyı önemine binaen 5. yıl dönümünde dikkatlerinize arz ediyorum.